25 Mayıs 2011 Çarşamba

Gerçekten...

Gözlerinin içine baktım ve aynen şunu söyledim: “Beni seçtiğiniz için asla pişman olmayacaksınız. Çünkü ben hayatım boyunca yaptığım her işin hakkını sonuna kadar verdim. Mesela son çalıştığım yeri öyle bir noktaya taşıdım ki işten ayrıldığımda alanının en iyilerinden birisi olarak anılıyordu. Gerçekten...”


Şimdi tam da bu noktada kocaman bir es vermek isterim. Şöyle uzun bir sessizlik. Bu nasıl bir cümledir düşünmenizi isterim. Şu hale bakar mısınız? Karşında senin gibi 1500 adamla görüşmüş ve yorgunluktan sıtkı sıyrılmış bir adam var, işini adam akıllı yapacak birini tanımak, anlaşırsa beraber çalışmak için bir görüşmeye çağırıyor. Ve sen cümlenin sonunu “Gerçekten” diyerek bitiriyorsun. Bu ne demek? “Söylediğim hiç bir şey aslında tam olarak doğru değil ama bana inanırsanız gerçekten çok sevinirim. Senin karşında sen olsan kendine inanırmısın? Gerçektenmiş! Söyleme işte şu lafı dimi? Ama yok, daha çok inanması lazım, illa söyleyeceksin, yoksa olmaz.


Toplantıdan çıktıktan sonra yaklaşık 1.5 saat kafamda sadece “gerçekten” ve “salaksın sen oğlum” cümlelerinden başka bir şey geçmiyordu. Birleştirince şöyle birşey çıkıyor: “Gerçekten salaksın sen oğlum!” Bu esnada işyerinden ayrılmış, Beşiktaş’a gidecek otobüsü beklemiş, Üsküdar İskelesi’ne ulaşmış, motora binmiş ve Üsküdar’a varmıştım. Yaklaşık 1 milyon tekrardan sonra beni “Gerçekten salaksın sen oğlum” çıkmazından kurtaran şey sanırım iskele turnikelerinden hemen sonra gırtlağını parçalarcasına bana birşeyler satmaya çalışan kapkara bir adamdı. Ne satmak istediğini şu anda hiç hatırlamıyorum ama beni hayata döndürdüğü için ona buradan sevgilerimi gönderiyorum.


Normal hayata dönmem benim için iyi oldu çünkü fazlasıyla acıkmıştım ve durumu sağlıklı bir kafayla değerlendirmenin zamanı çoktan gelmişti. Şimdi eve gidip yemekle uğraşmanın anlamı yok diyerek yakınlardaki bir lokantaya gittim oturdum.nedendir bilinmez çevremde insanlar olduğu zaman daha gerçekçi bir bakış açısıyla olayları değerlendirdiğimi düşünürüm. Durumu benden daha vahim insanları görmek sanırım kendi sorunlarımı daha hafif ölçekte atlamamı sağlıyor. Bir nevi savunma mekanizması olabilir. Neyse, gittim lokantada gözüme kestirdiğim hakim bir noktaya oturdum. Bu da ayrı bi hastalık. Kendimi bildim bileli huyumdur; dolmuşa binsem sağ arka köşeyi kaparım, sınıftaysam yine dip köşe bir yeri kapatırım, hiç olmadı sırtımı duvara vermenin bi yoluna bakarım. Bunun altında herşeyi kontrol etme güdüsü mü yoksa bi sakata gelmeyelim kavlinden korumacı bir ruh hali mi vardır emin değilim.


Ben bunları düşünürken garson gelmişti masama. Benden önce masada oturanların izlerini bir çırpıda sildikten sonra menüyü önüme koydu ve ne istediğimi sordu. Ben de bir ingiliz asilzadesi edasıyla menüşe şöyle bir baktım ve Külbastı istedim. “ Çok pişmiş olmasın, gartitürünü de bol tutarsanız sevinirim” diye ekledim. Garson, “Tabi efendim” dedi ifadesiz bir şekilde ve uzaklaştı.

İnsanı rahatlatan bir cevaptır bu. Kendinden ve yaptığı işten emin doğru düzgün bir cevap işte. Lafı dolandırma veya inandırma çabası yok: Tabi efendim!

Basit olmak her zaman iyidir. Çok uzatmayacaksın lafı. Kısa ve net. Bu garson arkadaşın iş görüşmesini canlandırdım kafamda. Muhtemelen şöyle olmuştur:

- Selamünaleyküm abi.

- Aleykümselam, buyrun?

- Kapıdaki ilanınızı gördüm de onun için gelmiştim. Ben garsonum.

- Hmm. Tamam kardeşim sen şöyle 2 dakika otur ben gidip İlhami Abi’yi çağırayım.

Kısa bir beklemenin ardından İlhami Abi gelir:

- Garsonmusun sen? Daha önce yaptın mı bu işi bakayım?

- Evet abi, 6 senedir garsonluk yapıyorum.

- Adın ne delikanlı, nerelisin, nerede çalıştın daha önce?

- Adım Mesut. Adanılıyım abi, otellerde çalıştım daha önce.

- 1500 lira maaşımız var, askeri ücret üzerinden sigortanı yaparız. Tamamsa hayırlı olsun. Yarın gelip başlarsın?

- Tamamdır abi.


Yemeğimi yediğim esnada bu diyaloğu geçiriyordum kafamdan. Adam iki sözle kendini anlattı, işi aldı. Mis. Ama bizim iş görüşmelerinin bu kadar da kısa olması beklenemez doğası gereği. O yüzden empati kurmak için pek doğru bir karakter olmadığına karar verdim. Portfolyon olacak mesela, yaptığın çalışmalar uzun uzun masaya yatıralacak. Sonra seni kendi cümlelerinle anlatmanı beklerler. Bir nevi kişilik analizidir bu. Doğru cümleler seçmelisiniz. Birleşmiş Milletler’e iyi niyet elçisi olmak için mülakata girmişsiniz de mükemmel insan olduğunuzu ispatlamaya yönelik bir algı yaratır adamda bu durum. İdeal cümleler, iyi niyet dilekleri ve illaki idealleriniz olmalı bu tanımlada. Zaman zaman bu görüşmeler o kadar saçpasapan noktalara gider ki çocukluğunda yaşadığın travmalara kadar inersin. Kimisi de ders verir hemen o noktada. Ast-üst olayını hemen ilk dakikada hissettirecek ya hiç vakit kaybetmez. “Bak evlat şöyle yaparsan şöyle olur, sakın ha bunları yampa...” Koşarak uzaklaşılması gerekir. Diyemiyosun ki sen ne anlatıyosun babacım, işe alıyomusun almıyomusun onu söyle, uzatma!” Ama pek denmez böyle şeyler tabi. Yapmacık bir tavırla dinlersin ve olumlarsın başını emme basma tulubma kıvamına getirerek. Pis herif. Yapma işte böyle şeyler, senden akıl almaya değil iş almaya geldim. Zaten şu saatten sonra senin gibi bi adamla da çalışmam zaten. Doğal olarak gerer bu tip hareketler adamı. Sonra sen de kendimi anlatacağım diye saçmalamaya başlarsın bi süre sonra. “Gerçekten çok süper bir insanım, valla bak” Aklıma geldi yine sinirlendim bak.


Ama çok da kızmamak lazım. Yıllarca dişinizi tırnağınıza takıp, uğruna mücadele verdiğiniz, yıllarca narına dirsek çürüttüğünüz, o çok istediğiniz kariyerin kapılarını açacak iş fırsatı şu anda önünüzde ve karşında senin gibi bi dünya konuşmuş, boş gözlerle size bakan birisi varken saçmalamak da gayet doğal.


Benim saçmalamam doğal ama anlattım ya işi bu noktaya getiren ben değilim ki zaten. Hem kendimi anlatmamı istiyorsun hem de geriyosun ortamı. Bir şey soruyor mesela veriyorsun kendince bir cevap. Bakıyorsun adamın suratına nasıl bir tepki verdi diye. Tık yok adamda. Ulan bi tepki versene neden bozuyosun adamı. Zaten stresliyim bir de senin ne düşündüğünü mü çözmeye çalışacağım. Delirtmeyin adamı!


Zaman her şeyin ilacı. İşe girip çıktıkça ve yüzlerce iş görüşmesi yaptıktan sonra kaşarlanıyorsunuz. Şöyle ki; o iş görüşmesini yaptığınız adam çoğu zaman patronunuzdur. Birlikte çalıştıkça görürsünüz ki öyle karşısında heyecanlanacak bir karakter değildirler çoğu zaman. Hatta bırakın saygıyı, heyecanı gündelik hayatta arkadaşınız olarak seçeceğiniz, masanıza oturacak adam değildir. Paranızı geç verirler, bazen hiç vermezler. Kimi zaman hiç işiniz olmayan şeyler yaptırmaya çalışırlar. Kısaca sizin için türlü kazık atma seçenekleriyle tam donatılmışlardır. İlla darbe yiyecek zayıf bir noktanız vardır. İndirirler hiç acımadan. Siz bunları yapan biriyle normalde arkadaş olmassınız ama o patrondur, ilişkinin doğasında vardır böyle bir eşitsizlik, böyle şeyler yapabilir. Gerçekçi olmak gerekirse pek bir savunma aracınız yoktur bu duruma karşı. Sırtımızı bir yerlere dayamak istediğimizden görmezden geliriz çoğu zaman. Kabulleniriz durumu. Yapabileceğiniz en iyi şey işinizi çok iyi yapmaktır. Böylelikle kafadan kaybettiğiniz kaleleri geri alabilirsiniz zamanla, cevap hakkı kazanarsınız, masaya daha sıkı oturursunuz böylelikle. İşinizi iyi yapmak size seçenekler de yaratabilir. Böylelikle köktan bir çözüm de mümkün olabilir. Yoksa bu eşit olmayan ilişki sizi ezer geçer. Bilemiyorum biraz abartmış da olabilirim...


Sanırım bu kastırıcı iş görüşmelerinde doğru düşünme yapısı şu şekilde olabilir; seni karşına almış konuşan adamı, kısa süre sonra hayatını cehenneme çevirme potansiyeli en yüksek insanlardan birisi olarak görmelisiniz. Bazen düşman yaratmak iyidir. Ona karşı bütün enerjinizi toplar ve saldırırsınız. Soruları o sormadan siz sormalı, sorguya çekilmeden sorguya almalısınız. İşinizin gerektirdiği detaylara inip sorun mesela. Yemeğinizi sorun, sigortanızı sorun, hatta keyfe keder detayları bile sorun. Sizi birinin yerine mi alıyorlar onu sorun, ayrılan kişinin ayrılma sebebini sorun. Yüklenin. O masaya istediğini almak için oturan kişi sensin, sonuna kadar zorla. Ayrıca böyle güvenli bir duruş çoğu zaman karşı tarafta olumlu bir izlenim bırakır.


Eylem planım böylelikle yerine oturmuştu. Öyle bir gaza gelme durumu yaşıyordum ki bi kaç yandaş bulsam ikinci bir Fransız İhtilali’nin ilk tohumlarını atabilirdim. Büyük laflar, umarsız motivasyonel cümleler, her şey hazırdı kısacası...


- Afiyet olsun, istediğiniz gibi olmuş mu? diyen garsonun sesi, beni 10 dakikada hayatın anlamını size söyleyen kitap yazarı modundan hızlıca çıkarmaya yetti. Yemeği beğendiğimi söyledim. Kurguladığım hikayenin gerçekliğini tartmak için ortaya bir laf attım garsonuin ağzından laf alabilmek umuduyla. Adı Muratmış. Lokanta kendilerinmiş. 30 yıldır babadan oğula işletirlermiş burayı. 3 çocuğu varmış, Beşiktaşlıymış, seneye iyi olacakmış takım, oy vermiyecekmiş, oy verilecek adam mı varmış memlekette. Yozgatlıymışlar. Adam 5 dakika aralıksız bana bişeyler anlattı durdu. Gereksiz bunca bilgiyle donatıldıktan sonra kafamı şişirmişti ve bir bahaneyle lafını kesip hızlıca uzaklaştım oradan.


Murat hakkında tamamen yanılmıştım. Ancak eve doğru yol alırken konudan konuya atlayan ve içinde bulunduğum ruh halimden olsa gerek inişli çıkışlı bütün düşüncelerimin kafamda netleşmesini sağlamıştı. Hiçbir şeyi kafanda çok kurgulayıp, üzerinde fazla düşünmeyeceksin. Her anın gerçekliği ve kendine has durumu özel ve eşsizdir. Birbiriyle kıyaslamamalı. Hayat seni bir yerden alır ve başka bir yere koyar. O yüzden şu iş benim olsun, orada şöyle konuşayım, bunu yapsam daha iyi olur gibi kastırmanın da pek anlamı yok. Bırak akışına, gerçekten...

aman bi olay çıkmasın!

Çılgın gibi koşuyorum. Yanımda benimle birlikte nefes nefese kalmış bir grup çocukla birlikte. Arkamızda bizi kovalayan, üzerimize taş atan delirmiş çocuklar var. Kafama gelecek taşın kafamı yarmasından öylesine korkuyorum ki kalbim yerinden fırlayacak sanki. Yanımdaki çocuklardan biri tökezliyor ve onu kaldırmak için duruyorum. Bunu yaparken doğal olarak grubun biraz gerisinde kalıyorum ve taşlar kafamı resmen sıyırıp geçiyor. Koşmaktan böbreklerim sıkışıyor ama koşmaya devam ediyorum yanımdaki çocuklarla birlikte. Sonunda sokağın köşesini dönüyoruz ve nihayet kurtuluyoruz bu kabustan. Çünkü artık kalemize varmışız ve güvendeyiz. Güzel haber. Şimdi sıra bizde. Az önce bizi öldurmeye çalışan o psikopat ruhlu sabileri taşlama sırası bize geçiyor. Yaşasın kötülük!


Benim böyle bir anım var. Şimdiki aklımla bunları düşününce böyle bir anınızın olması tam bir vahşet gibi gözüküyor olabilir. Ama değil. Yukarıda anlattığım hikaye çocukken mahalle arasındaki diğer milyonlarca çocuk gibi oynadığımız garip oyunlardan sadece bir tanesi. Kuralları basit: Sokakta her daim bulabileceğiniz bir dolu çocuk iki gruba ayrılır. Sokağın muhtelif yerlerinde belirlenmiş olan kalelerinize - ki bu kale ya eski bir garaj kapısı ya da ağaç gibi bir şeydir- konuşlanırsın. Başta kovalayanlar kaleye ulaşınca taşlarını bırakır ve kaçmaya başlar, ardından siz kovalamaya başlarsınız. Oyun böyle sürüp gider. Bu oyunu kaç kez oynadım bilinmez ancak ufak tefek yara bere dışında ciddi bir pekmez akma durumunu pek hatırlamıyorum. Üstünden epey zaman da geçti zaten. Belki de unutmuşumdur...


Bunun gibi başkaca bir çok oyunumuz vardı çocukken. Gençlik yıllarında heyecanların şekli biraz değişti. Mahalle kavgalarını hatırlıyorum. Mahalleden elemanın birine bir yamuk yapılmıştır. 30 tane adam toplaşır gidersin böyle tam gaz. Büyük çoğunluğu kuru gürültü laf kavgasından ibarettir bu tip buluşmaların. Grubun en öne çıkan elemanı atar, tutar, büyük laflar edilir, tehditler havada uçuşur. Sonra bi şekilde tatlıya bağlanır durum bi arbede çıkmadan. Ama bazen de tatlıya bağlanmaz. Girersin öyle kafa göz allah ne verdiyse.


O zamanlar geride kaldı. Böyle büyük heyecanlar yok artık hayatımda. Hayatım genel olarak bir düzen içerisinde. Kimseye pek bir kötülüğüm dokunmaz artık. İyiliğim de dokunmaz. Hatta şöyle de bir şey var ki antık hiç kimsenin kimseye iyiliği veya kötülüğü dokunmaz. Sosyal hayatımız toplu olarak belirli bir kalıp ve düzen içerisinde çünkü. Kimsenin kimseye ihtiyacı yok. Örnekse bir bankaya gittiniz diyelim; sıra kavgası diye bişey olmaz çünkü sıranızı size söyleyen bir makine var orada. Düzeni sağlar bu. Komşudan şeker isteme olayları da kalmadı. Her adım başında bir market var. 24 saat açıktır. İstediğin zaman istediğin şeyi alabilirsin. Oyun mu oynamak istiyosun. En kanlısını evinden çıkmadan oynayabilirsin. Şimdi bir olay çıkarsan anında polis tepende. Zaten kalmadı da artık öyle kavga gürültü, olay çıkmasını kimse istemez sonuçta.


Derdimi anladınız sanırım. Böylesi çok sıkıcı ve yavan değil mi? Ben birisine iyilik yapmayı çok özledim mesela. Düşen o çocuğu kaldırayım, birlikte delicesine koşalım istiyorum yeniden. Hasta olsun uzaktan hoşlandığım komşu kızı, ambulanstır, araçtır bulunmasın ben bulayım bir çaresini istiyorum. Kahramanı olayım onun, böyle hayranlıkla baksın bana. Ama ne mümkün! 112 var artık sana gerek yok evladım...


Düşmanlarım olsun mesela; kafamda büyüteyim, büyüteyim sonra bir şekilde yüzleşeyim. Öyle ya da böyle ama yüzleşeyim. İntikam planlarım olsun sonra, çok kızayım, kafamda büyüteyim istiyorum. Sonra affedeyim mesela, dost bile olabilirim...

“Eskiden arkadaşlarım beni evimden çağırırdı, ne güzeldi o günler” gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Böyle bir gereksiz romantizm değil anlattığım. Cep telefonum da olsun, internetim de. Ama bırakın şunu da isteyeyim. Dostum olsun, düşmanım olsun, korkularım, zaferlerim olsun. Ve bunlar da gerçek olsun. Sanal ortamda bir makineye karşı kazanılmasın bu zaferler. Sıkıldım bu kurgulanmış rutin ve sıkıcı hayattan.

Acaba elime bir taş alıp sokaktan geçen birilerine mi fırlatsam? Belki birisi tepki verir. Ama hiç sanmam. Şimdi durduk yere olay çıkmasın ama dimi...